

Nükleer Santralleri Çevreye Etkisi
Tüm endüstri türlerinde olduğu gibi nükleer santral teknolojisinde de “çevreye mümkün olan en az atığı bırakmak” temel prensiptir. Nükleer enerji santrallerinde diğer konvansiyonel santrallerde olduğu gibi bir yanma olayı yoktur. Santrallerden ve özellikle reaktör binasından birinci veya ikinci çevrimde herhangi bir şekilde olabilecek sızıntı veya kaçaklardan radyoaktif elementlerin proses buharı yoluyla kontrolsüz olarak çevreye dağılmaması için söz konusu binalar sürekli olarak alçak basınç altında tutulur. Emilen hava ise devamlı olarak ölçüme tabi tutularak filtre edilir ve daha sonra kontrollü bir şekilde baca yoluyla çevreye bırakılır.
Aynı şekilde sıvı atıklar da benzer yöntemlerle toplanır ve kontrollü olarak çevreye bırakılır [2]. Nükleer santrallerden oluşabilecek radyoaktif etkiler iki farklı yolla çevreye ve insanlar dahil tüm canlılara ulaşmaktadır. Birinci yol; bacalardan çıkan emisyonların atmosferde taşınımı ile yer yüzeyine ve yer yüzeyindeki canlılara ulaşması, ikinci yol; santralden çıkan sıvı ve katı atıkların nehirler, göller veya denizlere ulaşması ile bu ortamlarda yaşayan canlıların ve yer altı sularının bu atıklardan etkilenmesidir. Enerji üretmekte olan nükleer güç santrallerinin çevreye iki önemli etkisi vardır. Bunlardan biri radyoaktif etki, diğeri de ısıl etkidir. 30 yılı aşkın nükleer güç santralleri işletme tecrübesinin ve halen dünyada çalışan 437 nükleer güç santrallerinden elde edilen bilimsel verilerin ışığında ortaya çıkan sonuç, nükleer güç santralinin yakın çevresinde yaşayanların alacağı en yüksek yıllık dozun 0.05 mSv, ortalama dozun ise 0.01 mSv olduğudur. İnsanlar nerede yaşarlarsa yaşasınlar doğal ortamdaki radyonüklitlerden ve ışımalardan belirli miktarda bir doz alırlar, bunun değeri de yılda ortalama 2.38 mSv’dir. Bunun dışında modern hayatın getirdiği bazı kolaylıklar da ilave radyasyon dozu alınmasına yol açmaktadır.
Radyasyon ancak belirli doz sınırlarını aştığı takdirde tehlikeli olur. Atmosfere bırakılan CO2, üst katmanlarda ısıyı tutarak genel bir ısınmaya yol açmakta bu da doğrudan dünya iklimi üzerinde kalıcı bir etkiye yol açmaktadır. Halen çalışmakta olan nükleer güç santralleri yılda 2 milyar ton kadar CO2 salınımını engellemektedir. Bu sayı azımsanmayacak bir değerdir. Fosil yakıtların yanmasından çevre ve insan sağlığı için çok daha vahim sonuçları olan SO2 ve Nox çıkmaktadır. Bunlar da asit yağmurlarına yol açmakta, göllerdeki doğal yaşam yok olmakta, ormanlar tahrip olmakta, toprağın pH’sında meydana gelen değişiklikler ile tarım üretiminde önemli düşüşler kaydedilmektedir [12]. Halen dünyada üretilen elektrik enerjisinin % 20 kadarı hidrolik kaynaktan elde edilmektedir. Fakat barajların da, biyolojik çeşitliliğin bozulması, tarımsal kullanım alanlarının kısıtlanması gibi önemli çevresel sorunlara neden olduğu bilinmektedir. Nükleer güce bu kadar çok karşı çıkılmasının birçok nedeni vardır. İlk olarak yeni bir teknolojinin halk tarafından kabul görmesi çok zordur. İkinci olarak nükleer güçle ilk büyük tanışmanın ikinci dünya savaşında atılan bombalarla olması halkta psikolojik korkular yaratmıştır. Bu korku ancak eğitim ve iletişimle giderilebilir. Aslında her teknolojinin dikkat edilmediği takdirde riskler taşıması doğaldır. 1974 yılında Hindistan’ın Bhopal eyaletinde Union Carbide şirketine ait bir gübre fabrikasında yer alan siyanid gazı kaçağı 3400 insanın zehirli buharlar soluyarak ölmesine yol açmış fakat kimya endüstrisi bu nedenle kapanmamıştır.
Kömür madenlerinde her yıl yüzlerce, yalnız Türkiye’de ortalama olarak 60’ın üzerinde işçi ölmekte, hiç kimse kömür madenlerinin bu yüzden kapatılmasını istememektedir. Keza trafik kazalarında dünyada binlerce insan hayatını kaybetmekte veya sakat kalmakta ancak kimse otomobil kullanımının yasaklanmasını istememektedir. Muhtelif iş kollarında yer alan kazalardan ölenlerin tek bir yıllık dökümü dahi muhtemelen, şimdiye kadarki tüm nükleer kazalarda ölenlerin sayısından fazladır. Bu riskler olağan addedilirken, nükleer enerjiye karşı sert tepki gösterilmekte, demek ki kamuoyları “toplumsal risk sıralaması” nda ön yargılı hareket etmektedir. Nükleer santraller bir kaza durumunda, reaktör kalbi ısınmaya başlayınca kendi kendilerini kapatıp zincirleme reaksiyonu durduracak şekilde tasarlanmışlardır. Çernobil’deki kazanın sonuçlarının ağır olmasına bu santralde, Batı Standartlarınca öngörülen bazı güvenlik sistemlerinin bulunmaması yol açmıştır.
Nükleer santrallerde elektrik santrallerinde veya başka bir tesiste yapılmayan güvenlik çalışmaları ve çevrenin ayrıntılı incelenmesi esastır. Bununla birlikte nükleer santrallerin diğer sanayi veya enerji tesislerinden daha tehlikeli ve zararlı olduğunu söylemek hatalıdır. Nükleer endüstri her yönüyle yüksek bir teknolojiye dayanır. Her kademede kalite ve güvenlik ön planda tutulur. Bu bilincin olmadığı toplumların hiçbir zaman ve hiçbir konuda ileri teknoloji ile tanışmaları söz konusu olamaz. Çeşitli sivil toplum örgütleri de ileri teknoloji için toplum yapımızın uygun olmadığını, halen birçok ülkede meydana gelemeyecek bazı olayların ise ülkemizde sıradan olaylar olarak kabul edildiğini belirtmektedirler. Bu konuda yapılması gereken ise gelişmiş ülkelerdeki toplumların kalite anlayışlarını ve titizlik disiplinlerini kendi toplumumuzda da hayata geçirmenin yollarını aramaktır. Bunu sağlayabilirsek sadece nükleer santral değil her türlü ileri teknoloji üretimi yapabilmemiz mümkün olabilecektir.
Tüm dünyada artan nüfusun gereksinimleri için mutlaka yeni enerji kaynaklarına gereksinim vardır. Bu ihtiyacı sadece klasik enerji kaynaklarından karşılamamız hem yeterli olmayabilir hem de bu tercih çok akılcı olmaz. Bu nedenle nükleer enerji bu mantık çerçevesinde enerji kaynakları içerisinde alternatif bir enerji kaynağı olarak değerlendirilmelidir. Hiç şüphesiz tercih edilip edilmemesi yine bizlere bağlıdır. Nükleer enerji santrallerinin en büyük handikapı olarak görülen atık sorunu son teknolojik bulgulara göre yeni bir yaklaşımla önemli ölçüde elimine edilebilecektir [6]. Ulu Önder Atatürk, Türk milletine çağdaş medeniyet düzeyine ulaşmayı hedef göstermiştir. O halde teknolojinin getirdiği tüm nimetlerden dünya ülkeleri yararlanırken biz Türkiye olarak neden bu enerji kaynağını kullanmayalım. Yoksa bu engelleme girişimi de Bergama’daki altın çıkarma olayındaki Almanya’nın bir oyunu gibi Türkiye’nin Atatürk’ün çizdiği çağdaş yolda ilerlemesini engellemek için yeni bir oyun mu ?

Örneğin, bir kömür santralinin yakınındakiler kömürün külü içinde bulunan doğal radyoaktif maddelerden dolayı ilaveten 0.02 mSv doz alırlar [12]. Nükleer güç santrallerinin yakınında bulunanların alabilecekleri doz sınırları:
Reaktör çevre sınırları içinde bulunanlar: 0.030 mSV
Çevre sınırından 1.6 km uzaklıkta yer alanlar: 0.007 mSv
Çevre sınırından 8 km uzaklıkta bulunanlar: 0.001 mSv


Şimdi artık, eski Doğu Bloğu ülkelerinde bulunan santrallerde Uluslar arası Nükleer Enerji Ajansı’nın denetimine açılmış, bu santrallerin Batıdaki örneklerinde bulunan güvenlik sistemleriyle donatılmalarına başlanmıştır. Türkiye, gelişmekte olan ve giderek sanayileşen bir ülkedir. Yarın bugünkünden daha çok enerjiye gereksinim olacaktır. Türkiye’nin bilinen birinci kaynak rezerv ve potansiyelleri, enerji teknolojisinin ulaştığı boyutlar ve beklenen gelişmeler göz önünde tutularak yapılan ciddi inceleme ve planlama çalışmaları, 2020 yılına doğru ortaya çıkacak büyük elektriksel güç talebinin karşılanması için nükleer enerjiden yararlanılması gerekliliğini göstermektedir. Nükleer enerji diğer enerji türleri içinde kararlı, güvenilir bir enerji türüdür. Karbon emisyonu söz konusu değildir. Nükleer yakıt bol ve ucuz olarak temin edilebilir ve depolanabilir. Güvenlik kriterlerine uyulduğu sürece çevre ve insan sağlığına zararlı etkisi olmamaktadır. Kurulacak bir nükleer santral enerji açığını kapatacak bir nükleer programı başlatırken, koordineli olarak ileri teknolojiyi de beraberinde getirecektir.Ben bir paragrafım. Kendi metninizi eklemek ve beni düzenlemek için buraya tıklayın. Burası bir şeyler anlatabileceğiniz ve kullanıcılarınıza kendinizle ilgili bilgi verebileceğiniz mükemmel bir konum.